21 Mart 2012 Çarşamba

DÜŞÜNCELİ OKUR NASIL GİYİNSİN?

DÜŞÜNCELİ OKUR NASIL GİYİNSİN?


Orhan Pamuk'un edebiyata ve roman sanatına olan bakışını açıklıkla anlattığı kitabı “Saf ve Düşünceli Romancı”yı büyük bir keyif, merak ve heyecanla, kendi kafama göre bir sıralamayla bir çırpıda okudum. Pamuk, Shiller'in bir makalesine de atıfla yazarları “saf” ve “düşünceli” olarak sınıflandırıyor. Saf yazar daha içinden geldiği gibi yazıp, yazdıklarının gerçeğe dokunduğundan eminken, düşünceli yazarın kafası karışıktır, gerçekliği kavrayabilmek adına ha bire yöntem ve tekniklerle uğraşır durur. Pamuk romancıları da “kelimesel” ve “görsel” olarak da ikiye ayırıyor; kendisini ise daha çok “görsel” (kelimelerle resim yapmak) yazarlardan sayıyor.

Kitabın “Müzeler ve Romanlar” dersinin “Farklı Olma Duygusu” başlıklı bölümünde bir Proust okuma hikayesi üzerinden de “saf” ve “düşünceli” iki farklı okur tipini anlatıyor. Buna göre İTÜ'nün kayıt kuyruğunda beklerken Proust okuyan Ayşe -dediği kız- düşünceli okuru temsil ederken, aynı kuyrukta bulunan Zeynep -dediği, topuklu ayakkabılı, aşırı boyalı, pahalı bir markanın zevksiz elbisesini giyen bir başka kız- ise “saf” okuru temsil ediyor. Ayşe Zeynep'in “yüzeysel tavırlarına alaycılıkla gülümsüyor” ancak sonra onun da çantasından Proust cildini çıkarması üzerine “Zeynep görünümlü kızın okuduğu romanı ben artık okumam” diyerek Proust okumayı bırakıyor.

Pamuk'un kendisini hem saf hem düşünceli bir yazar olarak tanımlarken, romancı tutumu bakımından kararsızlık göstermeden “görsel” olarak tanımladığını hatırlayalım. Pamuk görsel bir yazar olarak saf okuru temsil eden kızın resmini “güzelce” çiziyor ancak düşünceli okuru temsil edecek bir resim çizmek yerine onu “yüzeysel tavırlara gülen alaycı biri” diye tasvir ediyor (kelimeleştiriyor).

Resmi çizilen saf kız (Zeynep), büyük romanların okurlarına verdiği o farklılık duygusunu düşünceli kız (Ayşe) kadar hissetmiyor (en azından Ayşe'ye öyle göründüğünü diye ekliyor Pamuk, ki bu eklemeye hiç şaşırmıyoruz). Yani Zeynep o sıralarda çok satan bir romanı herkes okuyor diye almış yanında taşıyor, muhtemelen bitiremeyecek, bitirse bile tam olarak anlamayacak, zira bu çok satan roman herhangi bir çok satan roman değil, düşünceli okurun kendisini özel ve farklı hissetmesini sağlayan edebi bir eser. Zeynep edebi dertlerle kaleme sarılan, büyük hikayelerin arkasında derin bir merkez yaratmaya çalışan yazarların pek de sevdiği türden bir okur değil. Bu okurlar muhtemelen, kitabın o karanlık, belirsiz merkezinin pek farkına varmayan, hani “Orhan Bey siz bunları gerçekten yaşadınız mı?” türünden sorular soran bir okur tipi. Ayşe ise tam aksine her yazarın hayalini kurduğu, adeta onlar anlasın, sevsin ve kendisini özel hissetsin diye hikayelerinin içine incelikler yerleştirdiği, ilginç soruları ve buluşlarıyla yazarlarını şaşırtan okur tipi.

Pamuk'un bu iki okur tipinden düşünceli olanı sevip, ona yakınlık duyduğunu tahmin etmek hiç de zor değil. Peki Pamuk neden yatkın olduğu hüneri (görselleştirme) sadece saf kızda kullanıyor da, düşünceli olanı sadece kelimeselleştirmekle yetiniyor? Düşünceli kız, düşüncelere dalmaktan dolayı kılık kıyafetine dikkat etmediği, cazibeli görünmeyi umursamadığı için, “kötü” bir giyimle “resmetmek” ona yapılacak bir tür hakaret falan sayılabileceğinden mi? Düşünceli kıza düşünceliliği resmeden bir görsellik yaratmak güç olacağı yahut yaratılan görselliğin diğerinin zıddı gibi bir şey (düşünceli kıza yakışmayacak tepkisel ve yapay bir özgünlük) ya da fakirlik edebiyatı olacağı için mi (topuksuz ayakkabılı, az boyalı -ya da boyasız-, pazardan alınmış bir elbise -pahalı ama zevkli bir giyim, kot pantolon, vs-)?

Saf ve kadınsı bir içgüdüyle, cinselliğini ortaya çıkarmaya çalışarak kendini beğendirmeye uğraşan kadın için toplumsal algılarımızda ortak bir resmi çağrıştıran görsellik yaratmakta kullanabileceğimiz çok şey var; aşırı boya, bol sürülen parfüm, yüksek topuklar, dekolte, lüks merakı vs. Bu içgüdüsel -safça- cinsellik içeren kadın tutumu, çağdan çağa aktarıldığı ve her çağda belli bir moda oluşturduğu için, onunla ilgili kafamızda genel bir resmimiz kolayca oluşuyor.

Düşünceli kadın ise çağdan çağa akıp giden o saf içgüdülere, zekasıyla, bilgisiyle, şusuyla busuyla adeta meydan okuyarak (yabancılaşarak), genel bir bir biçimden ziyade modern kişisel bir tutum takınıyor, ya da biz öyle takınacağını düşünerek ona bir genel resim bulmakta güçlük çekiyoruz. Sözgelimi çok okuyan (düşünceli) bir kızı resmedecek gözlüklü tipi, moda dışına çıkan bir kılığı ima etse de oldukça sıradan ve pek de resmetme sayılmayacak bir çiziktirmeden fazlası değil. Pamuk bu örnekte Ayşe'yi düşünceli bir kız olarak görselleştir(e)miyor. Anlıyoruz ki o saf ve moda düşkünü (herkes gibi -herkes gibi ama okuyup yazan herkes gibi, cahil herkes gibi değil- olmaya çalışan) kızı küçümseyip, kendisini ondan ayrı ve özel biri gibi hayal ediyor; böylece Zeynep'i giyiminden dolayı bir yere oturtup yargılayabiliyor. Bellki ki kendisi öyle giyinmiyor; öyle giyinmiyor ama nasıl giyiniyor? Onunla ilgili “doğru imge”yi bulmakta güçlük çekiyoruz.

Düşünceli kız Ayşe bu hikayede görünüşüyle değil, düşünceleriyle yer buluyor; o toplum (cemaat) dışı bir varlık, onların içinde, onların gelenekten kurtulamayan, gelenekten kurtulduğunda da sonradan görme sığlıklarına alaycılıkla katlanarak yaşıyor. Onu gizli öfkesi (pahalı “zevksiz” elbiseli kız!), modern gururu ve belki de çok az kişinin anladığı tepkisiyle tanıyoruz. Daha doğrusu onu farketmemiz için sahneye çıkması yeterli değil, o ancak “eyleme geçtiğinde” fark ediliyor; “Zeynep görünümlü kızın okuduğu romanı ben okumam” demese onu hiç “görmeyeceğiz”. Bu görünürlük ise içten içe akan bir bilincin görünürlüğü.

Pamuk'un hem düşünceli hem saf bir romancı olmasını bu bağlamda ele alabilir miyiz acaba? Düşünceli -modern- bir yazarın geleneksel -saf- bir topluma bakışı. Hem ait olduğu ve doya doya görselleştirdiği toplumun bir parçası, hem de düşünceleriyle onun dışında. Onu bu saf toplumun (fikirlerinin, inanışlarının, roman anlayışının vs.) dışına çıkartan düşüncelerin kendi kelimeleri kendi sesleri var ama bu saflığı o düşüncelerle görselleştirmek kimsenin yapmadığı bir şey. Öte yandan daha da önemlisi -diye seziyorum ki- düşünceleriyle ayrı düştüğü topluma, onu resmederek–düşünceleriyle değil saflığıyla var ederek- geri dönmeye çalışıyor. Ben geleneksel dünyadan modern aleme roman okuya okuya geçtim diyor Pamuk, belki de modern alemden geleneksel dünyaya da roman yaza yaza geçmek istiyor. Yirmi üç yaşındayken bilmediği bir nedenle boyaları bırakıp kelimelerle resim yapmaya başlayan Pamuk acaba, daha çok resim (kelimelerle yaratılan binlerce on binlerce an) yapabilip, daha büyük ve daha zengin bir alem kurarak, kendi saf hayalinin resimlerini görmekten memnun toplum tarafından daha çok sevileceğini ve oraya daha kolay geri dönebileceğini mi düşündü?

Pamuk bu dersin sonunda, “kendi dertlerine gömülmüş, hatta bu berbat dertleri kimliğinin bir parçası haline getirip seven insanlar arasında yalnızca kendi mutluluğu için roman yazmanın zorluğundan” bahsediyor ve Batılı -özellikle Amerikalı- yazarların birilerini temsil etme yükünden kendini azat etmiş, sırf kendi mutlulukları için yazma rahatlıklarına imreniyor. Adeta biraz da halkını mutlu etmek için yazdığını ima ediyor. Tabii onun sadece halkı için kaleme sarılan biri olduğunu söylemek yanlış olur; esasında berbat dertleri olsa da, bu dertlerini sevmek gibi modern dünya -Batı- alışkanlıklarının dışında -Doğuya özgü!- safca -ve zorlu ve soylu- bir güzellikle hayatını geçiren insanlara “gerçeği yazmakla sevilme isteği” arasında kaldığını ifade ediyor (bu düşünce bu kitapta yok, bunu onun romanlarından aldığım inançla yazıyorum). Gerçeği yazmak isteyen Pamuk onu Batının gözüyle gördüğünün, dolayısıyla bulunduğu Doğuda o gerçeğin, gerçek olmayabileceğinin, belki de iyi ki olmadığının -derinde, o merkezdeki bir yerlerde- bilincinde. Onun gerçeği “acaba böylesi daha mı iyidir” ile “böyle olmaması lazım” fikri arasında salınıp duruyor; ama bunu da doğrudan söylemiyor. Bu doğrudan söyle(ye)memek de az buçuk kendi mutluluğu -hüzün barındıran mutluluğu- için yazmak anlamına gelebilecek bir üslup ortaya çıkarıyor.

Bu dersi okuduktan sonra kafamda evirip çevirdiğim ve cevap bulmaya çalıştığım sorulardan bazıları:

Sırf kendi mutluluğunu düşünen bir Amerikalı ya da temsil yükleri altında ezilen bir Türk, düşünceli kızı, herkesin o kızın düşünceli kız olduğunu anlamasını sağlayacak giysiyle nasıl hayal ederlerdi? Böyle bir resmin -ortak imgenin- varolmasını isterler miydi? Eğer bu olay gerçekten olmuşsa, bir Amerikan üniversitesindeki düşünceli kız -Sylvia diyelim biz ona- Proust'u moda olduğu için yanında taşıyan saf kızı -Britney diyelim biz ona- görünce bu kadar gururlu bir tepki verir miydi?

Talip Kurşun

FETHULLAH GÜLEN'İN MİZAH ANLAYIŞI

FETHULLAH GÜLEN'İN MİZAH ANLAYIŞI


Bu yazıyı Gülen'in “Diriliş Çağrısı” (Nil Yayınları, 2011) adlı kitabını okurken rastladığım bir bölümdeki ifadeler sebebiyle kaleme alıyorum. Kişisel olarak ilgi alanıma pek de girmeyen bu kitabı neden okuyorum? Öncelikle anlamak için, bu kadar insanın itibar ettiği bir zat ne düşünüyor, meseleleri nasıl ele alıyor merak ettiğim için. Pek çok kimse onu “Fettoş” “Feto” vb. gibi sıfatlarla küçümseyip bir nefret odağı haline getirirken başka pek çok kimse de “Hocaefendi” diye saygıyla anıp her sözünü -doğru kabul edip- can kulağıyla dinliyor. Ben ikisini de yapmayacağım.

Adı geçen kitapta Gülen'e bir soru soruluyor: “Gençler arasında hemen her şeye gülme, başkalarını hafife alma, birbirine çirkin lakaplar takma, insanlarla alay etme, onları mahcup düşürme ve sürekli laubali davranma gibi bir takım huylara çokça rastlanır oldu. Bunun önüne geçerek ahlak abidesi insanlar yetiştirebilmemiz için neler tavsiye edersiniz?” (age. s. 45)

Gülen önce ciddiyetin ve mesuliyet duygusunun önemine değindikten sonra meseleyi bir iman zayıflığı olarak ele alıyor ve şöyle diyor (biraz uzun alıntı olacak ama fayda var); “Her şeye gülmek, sürekli alay etmek ve laubali davranmak bizim ahlak anlayışımızda yoktur; bu tür illetler bize batıdan geçmiştir. Ciddiyetsiz davranma, hep kahkaha atma ve her fırsatta eğlenme batı ahlakına ait argümanlardır. Maalesef o toplumlarla münasebete geçtikten sonra onlardaki illetler birer birer bizim insanımıza da geçmeye başlamıştır. Mesela birkaç leblebiyi yuvarlarsanız onlardan biri diğerine değse, bir de bakarsınız ki bir kahkaha kopuvermiş. Aslında gülmenin de bir mantığı olması lazım. Peki leblebinin leblebiye değmesi güldürecek bir hadise midir? Tabii ki değil,” dedikten sonra benzer bir örnek daha veriyor, “Biri çay doldururken, bir damla çay bardağının dışına dökülmüş olabilir. Bir damla çayın dökülmesinden dolayı hemen kahkahayı basmanın alemi yoktur...” ve şöyle devam ediyor, “Fakat neylersiniz ki hiç olmayacak şeylere bile gülme ve laubalilik batı kültürünün temellerindeki gaflet duygusundan kaynaklanmakta ve sari bir hastalık gibi insanımıza da bulaşmaktadır.” (s.46)

“O kültürün insanları içlerindeki ızdırabı duymamak ve kalblerindeki derin boşluğu muvakkaten de olsa doldurmak ya da unutmak için kendilerini uyutmak zorundadırlar. Dolayısıyla da bazen alkol ve uyuşturucunun ağzında, kimi zaman kumar ve eğlencenin peşinde, bir başka zaman da spor adına yapılsalar bile spor sayılması gereksiz meşguliyetlerin arkasında ömür tüketir; böylece hayatı duymamaya ve içlerindeki ızdırabı bastırmaya çalışırlar, ne zaman vicdanlarının sesini yeniden işitmeye başlasalar bir kere daha kendilerini oyuna ve eğlenceye verir, her meseleyi bir laubalilik sebebi gibi algılar ve bir müddet daha oyalanırlar.” (s.46)

Gülen'in gülmek ve güldürmekten ne anladığını irdeleyelim. Bendeniz naçizane gülmeyi ve güldürmeyi seven birisi olarak verdiği örneklerde herhangi komik bir durum kesinlikle görmedim. Onun da görmemiş olmasına seviniyorum. Gülmenin de bir mantığı olması gerektiğini söylüyor ancak söylediklerinin genel atmosferi gülmeyi, sadece laubalilik olarak görüp mahkum etme çabasında. Üstelik verdiği iki örnek de birbirinden kötü. Yani şimdi iki leblebinin birbirine değmesine, çayın bardağa değil tabağa dökülmesine gülmek zekanın lafı ağza alınmadan neden “batıdan gelen bir hastalıkla” açıklanıyor? Sanıyorum zekayı (bireysel farklılıkları) işe katmak imanın azlığı çokluğu türünden bütüncül dini bir sınıflandırmadan daha başka dünyevi (seküler) bir başka sınıflandırmayı gerektirdiğinden Gülen bundan özellikle uzak duruyor. Belki kendine biçtiği misyonun gereği böyle yapıyor ancak hepimiz biliyoruz ki “mizah zekanın zekatıdır”. Böylelikle iddiam odur ki Batının en hasta ruhlu yazarları bile verilen örnekleri komiklik unsuru olarak kitaplarına koymazdı.

Herşeye gülmek, sürekli alay etmek ve laubali davranmak bizim kültürümüzde yoktur diyor Gülen, bunları yücelten herhangi bir kültür var mıdır acaba? Mesela laubaliliğin ne güzel bir davranış olduğunu anlatan bir destan, şiir ya da ona benzer bir ciddi sanat eseri ne doğu da ne batıda var mıdır? Ya da Batıyı Batı yapan hangi eserlerde bu davranışlar yüceltiliyor? Ben okuduğum ya da izlediğim hiçbir ciddi eserde Gülen'in iddiasını destekleyen bir şeye rastlamadım. Her şeye gülen, sürekli alay eden yahut laubali tavırlı insanlar vardır ama bu davranışların arif insanlarca yüceltildiği herhangi bir kültür ben hiç duymadım bilmiyorum. İngiliz mizahı diye bişey vardır diyelim, ama bu İngilizlerin yatıp kalkıp insanlarla alay eden laubali insanlar olduklarını mı gösterir? Bu tür yargıların ucu çok ilginç yerlere varabilir dikkatli olmak lazım; şahsen ben Batılı bir papaz bir vaazında “Türkler'de hiç mizah duygusu yoktur, hiç gülmezler, çok ciddi insanlardır, bu da onların barbar olmalarından kaynaklanır” dese rahatsız olurum, zira barbarlıkla falan pek alakam yoktur gibime geliyor. Aynı zamanda bir cami imamı “Biz Türkler Allahın izniyle çok temiz çok mükemmel çok süper insanlarız,” dediğinde bunun gerçek olmadığını bilirim, çünkü en azından kendimin o kadar da süper bi adam olmadığımı (çok süper olmaya gayret ediyorum tabii) biliyorum ve Alltahın Türklere başka milletlere tanımadığı bir ayrıcalığı tanıması için herhangi ciddi ve adil bir neden göremiyorum.

Bu tür illetlerin batıdan geldiği... ciddiyetsiz davranma, hep kahkaha atma ve her fırsatta eğlenme... Batının seküler (dünyevi) bir medeniyet kurduğu ima ediliyor sanırım. Ama seküler bir medeniyet kurmanın yolu bunlar mıdır? Hadi sekülarizme bir ima yok burda, bunları sadece batının hastalıkları olarak görelim. Peki durmadan kahkaha atan, ciddiyetsiz davranan, her fırsatta eğlenen Batı nasıl oldu da bizim hayranlıkla peşinden koşturduğumuz o “teknik” medeniyeti yaratabildi? Adamlar “ahlaksızken” tren yaptı, araba yaptı, şunu yaptı bunu yaptı, biz ahlaklıyken niye yapamadık? Bize hep oyun oynadılar değil mi? E peki bu ciddiyetsiz, hep kahkaha atan ve her fırsatta eğlenen insanların oyunlarına nasıl geldik? Soralım kendimize, mesela kendi tarihimiz, medeniyetimiz, kültürümüzle ilgili en eski ve en sağlam kitapları neden bu gaflet içindeki batılılar yazabildi?

O kültürün insanları kalblerindeki boşluğu doldurmak ya da unutmak için kendilerini uyutmak zorundadırlar...kumar ve eğlence peşinde...alkol ve uyuşturucu ağında.... Fethullah Gülen batının gerçekten bunlardan ibaret olduğunu mu düşünüyor? Amerika'ya gittiği uçağı alkol ve kumar peşindeki insanlar mı yaptı?

Sorularımın biraz absürd -ve laubali- olduğunun farkındayım; bütün bu ve benzeri argümanlar şu malum “(tek dişi kalmış canavar) batının tekniğini alalım ama ahlakını almayalım” noktasına varıyor (ahlak/ahlaksızlık nedir acaba?) Gülen edebi marifetiyle bazı konularda (yardımlaşma, sevgi, gönül dostu olmak vs.) oldukça sıcak mesajlar veriyor ve bu satırlarda onu okumak insanı mutlu ediyor. Ancak laf ne zaman batı medeniyetine ve onun ürettiklerine gelse adeta kafasında yarattığı hayali -ve hep günahkar- bir dünyayı yargılayıp mahkum ediyor. Bir zamanlar dilinden düşürmediği o hoşgörü, diyalog laflarını falan unutuyor ve ilgili yazının başında çok şikayet ettiği kibirin tuzağına kendisi düşüp onları küçümsüyor. Bu haliyle Batının aklı araçsallaştırması gibi Gülen de sanki sevgiyi araçsallaştırıyor gibi bir duygu uyanıyor bende.

Gençlerin duruma ve mizaçlarına göre bazen havai, bazen kederli oldukları, olur olmaz güldükleri (ya da dalıp gittikleri), bazı şeyleri hafife (ya da aşırı ciddiye) aldıkları insan psikolojisiyle ilgilenenlerin az çok bildiği bir şey iken (ve bu tarih boyunca muhtemelen böyle olmuş iken), ne bunlara, ne sosyol, ekonomik vb. konulara bir nebzecik bile değinmeden toptancı bir yaklaşımla meseleyi en olmayacak noktalara vardırmak şaşırtıcı bir yöntem. Şaşırtıcı ama gerçekçi mi? Değil. Faydalı mı? Değil. Zira fayda gerçeklerin üzerine bina edilir, gerçekdışı bir temelin üzerine kurulacak hiçbir şey fayda getirmez.

Peki sorunun kendisi? Ahlak abidesi insanlar yetiştirmek?... Ahlak abidesi insanlar yetiştirme gayesinin bu gerçekdışı varsayımlardan yola çıkılırsa başımıza beladan başka bir şey getirmeyeceğini anlamak çok zor olmasa gerek. Ben soruya verilen cevaplardan ahlak abidesi insanlar yetiştirmenin tek şartının – sadece illetleriyle anılan- batı medeniyetinden -adeta bir düşmanmış gibi- uzak durmak olduğu sonucuna vardım. Bunun son derece indirgemeci, tehlikeli ve sığ bir tutum olduğunu düşünüyorum. Zira batı medeniyeti sadece illetleriyle (ki asıl illetlerinin yanında sayın Gülen'in bahsettikleri illet sayılır mı acaba?) anılıp kıçına tekme basılacak kadar yüzeysel bir medeniyet değildir. Gülen, ortada bir medeniyetler -geçmişte sık sık belirttiği gibi buluşması değil- savaşı olduğunu düşünüyorsa, bu savaşta kendisini ve düşmanını daha iyi tanıyan galip gelecektir. Bizim kendimizi ve Batıyı ne kadar iyi tanıdığımızın cevabını yazıyı okuyanların takdirine bırakıyorum.

Şimdi ben basit hayatında arasıra bir iki kadeh içen, eşiyle dostuyla oturup gülmekten hoşlanan bir insanım, akşamdan beridir kaç saatimi çok az kişinin okuyup, çok az kişinin dikkate alacağı, daha az kişinin hak vereceği, muhtemelen daha çok kişinin öfkeleneceği bu yazıyı yazmak için harcadım. Bu yazıyı yazmasaydım ne kumar oynayacak, ne içki ve uyuşturucu alemlerine katılacak, ne de leblebileri tokuşturup gülecektim; aksine kendimce bazı faydalı işler yapmayı düşünüyordum. Meseleye fayda açısından bakarsak zamanımı israf ederek günaha girmiş durumdayım, ancak ahlaki açıdan bakarsak doğruya doğru eğriye de eğri demeyi kişisel sorumluluğum olarak görüyorum. Benim gibi tiplerin gerçeği söylemek adına böyle laflar etmesi akılsızca bir işse de (çoğu zaman zararlı çıkarız bu durumdan) ben kaybettiğim zamanı kendime helal ediyorum.

Yazıya ek not:

Konu mizah ve din olunca akla Umberto Eco'nun (batı kültüründen sari hastalıklı bir şahsiyetin) Gülün Adı adlı romanı geliyor. Malum, hikaye bir manastırda işlenen cinayetin araştırılması üzerine kurulu. Romanı okumayanlara katilin kim olduğunu söylemeden şu alıntıyı yapmakla yetinelim; “Gülmek köylüleri şeytan korkusundan kurtarır, çünkü aptallar şenliğinde Şeytan da zavallı bir aptal olarak görünür; bu yüzden de denetim altına alınabilir. Ama bu kitap (talebelerin okuduğu Aristo'nun gülme ve güldürme üzerine yazdığı kitap. tk) insanın kendisini Şeytan korkusundan kurtarmasının bilgelik olduğunu öğretebilir...Gülmek bir köylüyü bir an için korkudan kurtarır. Ama yasa korku aracılığıyla kendini kabul ettirir. Oysa bu kitaptan tüm dünyayı yeni bir ateşle tutuşturacak iblisçe bir kıvılcım çıkabilir: Ve gülme, Prometeus'un bile bilmediği yeni bir korkuyu yok etme sanatı gibi tanımlanacaktır.” (Gülün Adı, s. 535. Can Yay. )

Eco bir sürü ciddi ünvanının yanında aynı zamanda gaflet duygusuyla mizah yazıları da yazan laubali birisidir, ömrü vefa ederse belki günün birinde leblebilerin tokuşması ile ilgili bi mizah yazısı da kaleme alır, bilemiyorum.

Yöneten yönettiğinin, hoca talebenin mizahında iktidarı kemiren sinir bozucu bir yan görebilir, eşit insanlarsa gülmede (ki insana özgü davranışların en güzellerinden biri) her zaman bir güzellik bulacaktır. Zira gülmek de insanların arasındaki gönül bağlarını arttıran latif bir duygudur. Benim bu yazıyı okuyanlar için temennim (duam) hayatları boyunca az ağlayıp çok gülmeleridir.


Talip Kurşun

18 Mayıs 2011 Çarşamba

honda jazz

alalı kaç ay oldu bi resim çektirmek (resim değil fotoğraf biliyoruz) aklıma gelmedi. geldi de gelmedi. en güzel an olmasını filan istedim, bekaretini kaybetmek gibisinden. arabayla çekilen resimlerin çoğu salak saçma şeyler ama gerçekten böyle araba kullanırken o alet hiç şeyinde değilmiş gibi çekilebilirse bir cazibe etkisi yaratmak mümkün. ama çok da önemli değil, etkiyi yaratacaksam ben yaratayım, yoksa hiç olmasın. öyle topuklu giymek, makyaj yapmak türü,, olmaz öyle.

23 Şubat 2009 Pazartesi

gazete yazılarım 8

cumhuriyet gazetesinin kitap eki için benden istenmiş bir eleştiri yazısı. yayınlandı mı emin değilim, takip edemedim.

BİR HİKAYE BİN FECAAT

Hikayemizin adı Müfettiş Hanım. MEB Çocuk Edebiyatı dizisinden “Kınalı Fatma” adlı kitabın ikinci hikayesi. 2003 yılında basılmış. Yazarı Selahattin Koçyiğit. Müfettiş Hanımımız taşrada bir okula ortaokul yaz dönemi bitirme sınavlarını denetlemeye gidiyor. Okula gelmeden, “görevin verdiği alışkanlıkla” önce şöyle dışarıdan bir inceleme yapıyor, yazar buraları bize tasvir ediyor. Derken gözlemi bitince bakanlık müfettişi hanım okula teşrif ediyor, “Cip’ten” iniyor, genç müdür kendisini karşılıyor ve ikisi birlikte, hemen o sırada devam etmekte olan sosyal bilgiler sınavına giriyorlar. İşgüzar gözlerimizle müfettişin adeta ayağının tozuyla hemen sınava girmek istemesini bir tür öğretmen idealizmiyle görmeye çalışacağız ama yazar, daha sınav bitmeden dışarı çıktığını söyleyince vazgeçiyoruz. Acaba bir bakanlık müfettişinin görevi çocuklar sınav olurken, müdürle apar topar içeri dalmak ve sınav bitmeden de çıkmak mıdır? Yaz dönemi bitirme sınavı bu şekilde mi denetlenir? Yazar hikayenin gerçekliğine daha başlarken böyle gölge düşürüyor.
Müfettiş hanımın bu ilk “teftişinden” sonra görevi adına başka neler yaptığını anlatmadan, yazar havayı hafiften karartıyor ve yağmur bulutlarını getirtiyor. O sırada okulun saçakları altında makam taşıtı olan cipin dönmesini beklerken, cip geliyor ve şoförü müfettişe şöyle söylüyor:
“Komşu köyde bir akrabam var. Hazır buraya kadar gelmişken bir uğrayayım. Siz işinizi bitirinceye kadar dönerim,” diyor. Hikaye aynen aşağıdaki şekilde devam ediyor:
“Şoförün gelmediğini gören müfettiş hanımın sabrı tükeniyordu…”
Şoför müfettişe “işiniz bitinceye kadar” derken neyi kastediyordu acaba? Zira o sırada müfettiş hanım okulun saçakları altında taşıtının dönmesini bekliyordu zaten. Bakanlık müfettişi bu hanım, aracını getirmesini bekliyorken şoförüne neden izin verdi? Gerçi şoför de pek izin istiyor gibi konuşmamıştı, bir tür emri vaki yapmıştı. Bakanlık müfettişi hanıma karşı şoförü, üstelik müfettiş kendisini bekliyorken o şekilde mi hitap eder? Hadi hitap etti diyelim, müfettiş ona bir kelimecik olsun söylemez mi? Hani müfettişin çok işi vardı, dalgındı ondan şoförünün söylediğine iyice kulak vermedi diyeceğiz ama kadın saçakların altında aracını bekliyordu yahu? Bu sorular maalesef karakterlerin derinliğini gösteren sorular olmaktan öyle uzaklar ki, ister istemez yazarın tutarsızlığını göstermeye hizmet ediyorlar. Devam edelim.
Şoförü gelmeyince müfettiş hanımın sabrı tükeniyor, eğer gelmezse “yağmur’a” tutulacağız diyor. Okul müdürü yanındaki sandalyeye ilişip meraklanmayın diyor. Derken öğreniyoruz ki, okulun öğretmenleri hala sınavdalar. Müfettiş hanım yazarın anlattığına göre sadece bir tek bir sınava girdi ve onda da yarıda çıktı, saatlerdir de okulun saçağı altında bekliyor. O yüzden de elbette “iyicene” canı sıkılması normaldir, sınavdan çıkan çocuğa şu şekilde seslenmesi de belki:
“Gel oğlum!..Buraya!..”
Sonra adı Ahmet olduğu anlaşılan bu çocukla müfettiş bir süre konuşuyor, öğreniyoruz ki, çok çalışkan bir öğrenci olan Ahmet’in babası yok, üç kardeşi ve annesiyle yaşıyor. Müfettiş hanım Ahmet’i kente götürmeyi teklif ediyor, lisede okuması için. “Doğru mu söylüyorsunuz?” diyor Ahmet, müfettişin cevabı:
“Elbette!..Ahmet!..” (Az önceki seslenmedeki imla kalıbıyla benzerliğe dikkat! Bu konuşmanın gerçekten yapıldığını hayal edelim bir an: “Elbette”, biraz bekle, “Ahmet”).
Ahmet anneme sorayım, git derse giderim deyip fırlıyor, belli ki okumaya çok hevesli. Müfettişin “sor bakalım” dediğini bile duymuyor.
Sonra cip geliyor ve müfettiş hanım hazırlanıyor, şoför “Cip’in” kapısını açıyor, müdürün elini sıkarak “cip’e” biniyor. Müfettiş hanım kendisini o kadar bekleten şoföre hiçbir laf etmiyor. Nedenini (yani bu hikayede eğer bir neden sonuç ilişkisi aramaya kalkarsak) az sonra olacaklardan anlayabilir miyiz acaba?
Yağmur çiselerken yola çıktıklarında şoför arkalarından bir koşan olduğunu fark ediyor. Müfettiş hanım meraklanıyor, kim ki diye soruyor, okulda bir şey unuttuğu için onu getirmeye kalktıklarını düşünüp çantasını açıyor, gözlüğü, kalemi ve notları içinde. Demek ki unutacağı başka bir şey yok! Bakanlık müfettişi bu hanım, şoförü ancak koşanın bir çocuk olduğunu söylediğinde “o çocuk olmasın” diye düşünüyor ve şoförüne “sür hemen sür” diye talimat veriyor. Çocuğun kendisini yakalamasından ürkmüş gibi. Müfettiş hanım yağmur çiselemesine rağmen “cip’in” arkasında bir toz yığınının yükseldiğini görüyor.
Hikayenin sonuna geliyoruz, müfettiş hanım “bir kılcal damarının koptuğunu ve yüreğinde ılık, ılık kanamaya başladığını” duyuyor ve “bir denemeydi benim ki” diye geçiriyor içinden. “Evine, köyüne bağlılığını ölçecektim. İyice ciddiye almış…Vah yavrucuğum!” sözleriyle hikaye bitiyor.
Herhangi bir yerel edebiyat dergisinin bile ciddiye alıp yayınlamayacağı bu hikaye Milli Eğitim Bakanlığının desteğini nasıl almış acaba? Acaba bu eserin 67.500 adet basılıp, okullara dağıtılmasına izin verenler, içinde yazanları bir kere okumuş mu? Hadi hikayedeki en görmek istemeyen gözün bile görebileceği mantık hataları, tutarsızlıklar ve dilbilgisi yanlışları gözden kaçırıldı, sıradan bir cipe ikide bir özel isim muamelesi yapılması da mı kimsenin dikkatini çekmedi?
Sonra o müfettiş nasıl bir müfettiştir? Müfettiş midir gerçekten? Çocuğun evine, köyüne bağlılığını ölçmek onun görevlerinden biri midir? Bir çocuğu böylesine aymazlıkla kandırabilen bir “bakanlık müfettişi” tipi, hikayenin sırası öyle geldiği için bir anda Ahmet’in okuma isteğini vurgulamaya odaklanmış bir bakışın körlüğüyle yaratılabilirdi ancak. Zira bu hanımın işini doğru dürüst yaptığına dair anlatılan herhangi bir şey de yok; bir müfettiş, bir kere sınava girip çıkıp, geri kalan vaktini şoförünü beklemekle mi geçirir?
Yazarın müfettişine yaptırdığı bu eylemler bir tür “kötü karakter” yaratma amacı taşımıyor; hikayenin bütünü değerlendirildiğinde yazarının, anlattığı müfettişin sonunda yolu taşraya düşen bir bezgin, sadist, dengesiz müfettiş haline geldiğinin bile farkında olduğu meçhul. Zira hikayenin kendisi bütünüyle dengesiz, savruk ve ne anlatmaya çalıştığı belirsiz.
Bu paramparça anlatıya, içindeki en tutarlı tip olan Ahmet’in değil de, ne idüğü belirsiz müfettişin adının verilmesi yazarının hikayesini nasıl elinden kaçırdığının (tutabildi mi ki acaba?) bir diğer göstergesi. Hiç olmazsa “Ahmet’in Kaybolan Umudu” gibi bir isim vererek birazcık olsun toparlanabilecek hikaye, tıpkı müfettişi gibi başarısızlığın içinde sönüp gitmekten kurtulamadı.
Bir lise talebesinin bile yapmayacağı maddi, manevi yanlışlarla dolu bu kitabın “eğitim” bakanlığı desteğiyle çıkması, ülkemizdeki “eğitimin” neden böyle içler acısı bir halde olduğunun da bir bakıma göstergesi. Maalesef.

Talip Kurşun

22 Şubat 2009 Pazar

gazete yazılarım 7

bunu gazete yazılarım kapsamına aldım ama aslında hiçbir gazetede yayınlanmadı. yolladım ama yayınlamadılar. siz misiniz yayınlamayan dedim ve aldım buraya koydum işte.


YEŞİLAY NE RENKTİR?

“Birinci Dünya Savaşı sonunda, bütün yurdun işgal edilmiş olmasına rağmen, milletimizde istiklal ve mücadele azminin sönmediğini gören düşman; top ve tüfekle yenemediği Türk varlığını içten çökertmek için alkol ve uyuşturucu maddelere başvurmuştu. Limanlarımıza uğrayan düşman gemileri, beraberinde getirdiği yığın yığın içkileri indiriyor ve bunlar el altından halkımıza ve bilhassa yurt savunmasının en önemli unsuru olan gençlerimize ulaştırılıyordu. Kısa zamanda içki ve uyuşturucu madde alışkanlığı bir salgın halini almaya yüz tutmuştu. İşte bu faciayı görüp, işin önemini kavrayan vatansever aydınlar (Ord.Prof.Dr.Mazhar Osman Bey ve arkadaşları) Şeyh’ül-İslam Haydarizâde İbrahim Efendi’nin teşvik ve himayesinde halkı ve gençliği uyarmak ve bu yolda mücadele etmek için 5 Mart 1920 tarihinde merkezi İstanbul’da olmak üzere “Hilâl-i Ahdar” adıyla cemiyetin temellerini attılar.”
Bu tarihçe, bağımlılık yapıcı maddelerle mücadele gibi son derece insani bir amacın bile nasıl millileştirilebildiğinin, “bizi içerden çökertmek isteyen düşmanlar” paranoyasının parçası haline getirilebildiğinin en açık göstergesi. Daha önce hiçbir yerde karşılaşmadığım bu masalsı kahramanlık hikayesini Yeşilay’ın eğitim sorumlusu olan emekli albay bir zatın eğitimcilere verdiği bir konferans sırasında işittim, aynı tarihçenin internet sitesinde de “ciddi ciddi” yer aldığını görünce, esaslı bir absürt mizah imkanının kaçırıldığını görüp doğrusu içten içe de üzüldüm.
“Zararlı alışkanlıklarla mücadele” konulu bu konferans İstanbul’un çeşitli yerlerinde yapılıyor. Konferansın görünen konusu bu ama adı pekala “Tanrı’nın Ölümü Sonrasında Avrupa Medeniyetinin Varoluşsal Kaygılarının Çözümü: Türk Düşmanlığı!” gibi fiyakalı bir şey de olabilirdi. Zira konferansın neredeyse yarısında kendisini Türk milletini ayyaşlar, esrarkeşler çöplüğü yapma idealine kıskançlık verici bir kararlılıkla adamış, hayatta başka hiçbir amacı olmayan bir Avrupa tablosu çizildi. Meğer bu “Avrupa denen medeniyet” kendi aralarındaki uzlaşmazlıkları bile konu biz Türkleri bölüp parçalamak sevdası olunca bir anda unuturmuş da ortak düşmana karşı çeşit çeşit hesaplar yaparmış. Bu uyuşturucular, başka maddeler, efendime söyleyeyim diğer şeyler de bu hesaplardan biriymiş. Emekli albayımız en az o bahsettiği Avrupalılar kadar kararlı ve inançlıydı.
E haliyle ben de çocukluk korkularıyla dolup taşarak koltuğuma sinmiş, bir Avrupalının gelip koluma şırınga vuracağı anı çaresizlik içinde bekliyordum ki birden o konu bitti ve Yeşilay’ın görevlerinden birinin de “ahlaksızlıkla mücadele” olduğu söylendi! Ahlaksızlık! Silkindim! Artık ipin ucu kaçıyordu besbelli, itiraz ettim. Ancak karşılıklı atışmalarımızdan pek bir sonuç çıkmadı, konu “Sevr’in hortlatılmasına” kadar geldi. Derken ortalık biraz karıştı, çeşitli görüşler öne sürüldü, en sonunda bir arkadaşımızın “şehit kanı, vatan toprağı” temalı gösterisiyle salon alkışlara boğuldu.
Emekli albayımızın konuşmasına, siyasetin her yerde yapılması yasaklanmalı, bu sadece politikacılara bırakılmalı diyerek başladığını burada hatırlatmakta fayda var. Özellikle eğitim camiası içinde siyaset kesinlikle yapılmamalıymış. Kendisine yönelttiğim itirazda siyaset deyince akla sadece partilerin gelmemesi gerektiğini, onun yaşamın her alanında olduğunu, benim söz almamın, itiraz etmemin de bir tür siyaset olduğunu, ayrıca kendi konuşması içinde çok tartışmalı siyasi mesajlar verdiğini söylediğimde aldığım cevap şu oldu; “ben gerçekleri söylüyorum!”
Peki yukarıdaki metnin gerçekliği nedir? Bu ifadelerdeki durumu kanıtlayan belgeleri sorduğum mailime iki buçuk aydır cevap gelmediği gibi Yeşilay’ın internet sitesine de herhangi bir açıklama konulmamış. Bu topraklarda bir asırdır derinden derine sürüp giden ve son yıllarda yine hortlayan hastalıklı bir ruh halinin -bir yandan zaaf ve korkular, öbür yandan bu duyguları telafi edecek sonsuz bir gururlanma- izlerini içinde barındıran bu metindeki “gerçekliği” biraz kurcalasak ne buluruz?
Dünya savaşı Ekim 1918’de sonuçlandı, düşmanlar bu çok etkili içki ve uyuşturucu silahını kullanmadan, sadece “top ve tüfekle” bizi yenmeyi başardılar. Sonra direniş hareketleri başladı, hemen ardından da düşmanlar, top ve tüfeğin yeterli olmadığını anlayıp yığın yığın içki taşıyan gemileri yola sürdüler. Metne göre içki ve uyuşturucu kullanımı kısa zamanda bir salgın halini almaya yüz tutmuş. Her daim güçlü, iradeli ve karakterli Türk gençleri nasıl oldu da bu içki uyuşturucu tuzağına bu kadar çabuk düştü? Savaş yüzünden bunalıma girmişlerdi, efkarlıydılar da ondan mı acaba? Düşmanlar bunu nasıl başarmış söylenmiyor, içkilerin el altından halkımıza ulaştırıldığı belirtilmekle yetinilmiş. Halkımız limanda dört gözle onları mı bekliyormuş, yoksa içerden birileri limandan kasaları alıp gizlice dağıtımını mı yapmış? Gençlerimiz mücadele ve istiklal azmi içinde savaşırken, içki şişelerini görünce ellerindeki silahları mı bırakmış?
Yeşilay Mart 1920’de kurulmuş, ondan bir ay kadar önce, yani Şubat 1920’de Maraş Sütçü İmam önderliğinde düşmandan kurtulduğuna göre, acaba içki kasaları henüz Maraş’a varmamış mı, yoksa varmış da bu direniş kendilerini içki alemlerine verip savaşmayan gençlerin katkısı olmadan mı gerçekleştirilmiş?
İçki ve uyuşturucu bir salgın halindeyken savaşılamayacağına göre, Mart 1920’de kurulan Yeşilay hemen çok kesin bir başarı göstermiş olmalı ki, Eylül 1922’de Yunan’ı denize dökmeyi başarabilmişiz. Demek ki çok kısa bir zamanda içki ve uyuşturucu müptelası olan halkımız yine çok kısa bir sürede bundan caydırılarak tekrar mücadele ve istiklal azmiyle dolup taşmış. Nasıl halkımız varmış öyle, kim ne tarafa çekerse o tarafa gidiyor! Acaba Yeşilay o tarihten sonra bu işi biraz savsakladı mı nedir yeni nesiller yine düşmanın hain emellerine yenik düştüler de son yıllarda gene uyuşturuculardan dem vurur olduk!
Bağımlılık yapıcı maddelerle mücadele konusu çok boyutlu ele alınmalı, böyle tartışmalı siyasi noktalara çekilmeden yürütülmelidir. Özellikle her daim önümüze çıkarılan “hep başkaları yüzünden kötülüğe bulaşan Türk Milleti” söylemini bir kenara bırakmalı, gerçekçi olmalıyız. Karşımızdaki sorunu doğru yere oturtmazsak, mücadeleyi de yanlış yerde yürütürüz. Eğitim diye yaptığımız şeylerin havanda su dövmekten farkı kalmaz.
Not: İstanbul’da madde bağımlılığına karşı “Bilgili ol bağımlı olma” adı altında güzel bir eğitim çalışması yürütülüyor. Ayrıntılı bilgi için: bilgiliol.org.tr

gazete yazılarım 6

bu en son yayınlanan yazım. radikal iki. bunu google'dan değil, bilgisayarımdan koydum. ilk eleştiri denemem de denebilir buna. aslında daha çok yazmak isterim ama çok tembelim. biri benden istese hemen yazıyorum ama. öyle de acayip bir yapım var işte.

ÇOCUK EDEBİYATI MI KOLLUK EDEBİYATI MI?

Çocuk Edebiyatı’nın amacı nedir? Oyun oynayan, dünyayı oyunlarla algılayan çocukları kitabın başına neden oturtmak isteriz? Alice Harikalar Diyarında adlı kitabın yazarı, Lewis Carol olarak bilinen matematik profesörü Charles Dogson anlattığı hikayelerle çocukları sadece eğlendirmeyi amaçlamıştı? Bazısı onları hayal alemlerine götürmeyi, bazısı temel bazı ahlak ilkeleriyle tanıştırmayı, bazıları yetişkinliğe hazırlamayı amaçladılar? Sözgelimi Cemal Süreya “Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi” kitabında, “onlarda okuma tadı yaratmaya çalıştığını” söylüyor.
Devlet bu işe soyunsa neyi amaçlardı? Bu kadar amacın içine azcık da “devletin yüce menfaatlerini”, “düşmanlarla savaşma yöntemleri geliştirmeyi” ya da “vatandaşları dinlemeyi meşru gösterme çabalarını” katsa nasıl olur? Devlet bu, fırsatı boş geçecek değil ya!
Milli Eğitim Bakanlığı’nın Çocuk Edebiyatı dizisinden çıkan, Hasan Kallimci adlı yazarın Karınca Çocuklar kitabına bir göz atalım. İçinde üç adet “çocukluk romanı” var. Kitaptan “Karınca Çocuklar Parkı” adlı son romanı okudum önce. Kısaca özetleyeyim. Roman, Turcanya adlı bir ülkede geçiyor, Turcanyalıların etrafında dört komşu var, Orinya adlı olanının “aklı fikri Turcanya topraklarında”. Orinya Turcanya’nın aksine büyük ve zengin bir ülke; Turcanya’nın güçlü ve zengin olmasını istemiyor. Orinyalılar orduları güçlü olmasına rağmen, Turcanyalıların akıllı davranmasıyla her seferinde yenilmişler.
Olayın geçtiği sosyopolitik atmosfer böyle. Gelelim kahramanlara. Sinan, devlet adına çalışan bir tür gizli ajan, “genç olmasına rağmen sakallı”, bazen sakalını sıvazlayarak konuşuyor. Zoolog. Bir gün köyüne, Yeşilyer’e dönüyor ve ordaki arazisinde karınca yetiştirmeye başlıyor, onları eğitiyor. Köylü onun için “kafasını karıncalarla bozmuş” diyor, ona biraz deli gözüyle bakıyor. Düşmanların planlarından haberi olmaması için bu imajı Tekin’le pekiştiriyorlar. Tekin öyküdeki çocuk karakter. İkisi arkadaş oluyorlar ve Sinan Dayısı Tekin’e gizli amacını anlatıyor. Orduları yeterince Güçlü olmadığı için, yetiştirdiği, eğittiği ve zehirlere karşı bağışıklık kazandırdığı karıncaları Orinyalıların üzerine salacak, karıncalar onların buğdaylarını yiyecek ve böylece savaş olmayacak!
İlkinde başarılı oluyorlar ve Orinya orduları karıncalar sayesinde geri püskürtülüyor ancak Turcanyalı karıncalar “çok güçlü zehirler kullanarak ve taşla” öldürülüyor.
Turcanyalılar bir yıl sonra yeni bir saldırı olacağından eminler, o yüzden hazırlıklar başlıyor; bu sefer Afrika’dan “insan yiyen karıncalar” getirtiliyor. “Kesilmiş doğranmış danalar, koyunlar arabalarla köye getirtiliyor” ve karınca eğitimi devam ediyor. Bu arada köylüler Sinan’ın iyice delirdiğini düşünüp, ona acıyorlar! Sinan’la takılan Tekin’i ailesi uyarıyor, karıncalarla uğraşmayı bırakması için. Ancak Tekin vazgeçmiyor; gerçeği Sinan açıklıyor ve annesi “devlet sırrını onlardan bile sakladığı” için oğluyla iftihar ediyor.
Artık hazırlıklar bittiğinde Sinan bütün kitaplarını Tekin’e, tarlalarını “ilmi araştırmalara gelir sağlaması için Turcanya İlim Vakfı’a” bağışlıyor, karınca çiftliği olan yerin de “Karınca Çocuklar Parkı” olmasını istiyor. Derken karıncalar alüminyum kutularla askerlerin kaldığı koğuşlara bırakılıyor ve zafer elde ediliyor ancak koğuşa karınca dolu kutuları koyarken yakalanan bir casus işkence görüp konuşunca, Sinan dayının ve ona yardımcı olan ikizinin sonunu hazırlıyor. Cenazede Tekin ağlıyor, babası onu şu sözlerle teselli ediyor: “Devlet büyüklerimiz seni ağlarken görmesin. Onları üzme. Dayıların vazifelerini yaptılar. Turcanya için şehit oldular. Sen onların yerinde olmak istemez miydin?” Bu sözler üzerine Tekin kendisini toparlayıp gözyaşlarını siliyor. Cenazeye Milli Savunma Bakanı da katılıyor ve yaptığı konuşmayı “Yurdumuz nice Sinanlar yetiştirecektir, bunlardan biri de Tekin’dir,” diyerek bitiriyor.
Acaba diğerleri daha farklı olabilir mi diye, kitaptaki Radyocu Ali adlı romanı da okudum. Onda da radyoları kurcalamayı seven Ali adında birinin sonunda başkalarını dinlemeyi başaran bir alet yapması konu ediliyor. Bu sayede mahalleyi dinleyen Ali, bazı hırsızları filan yakalatıyor. Babası bu aleti devlet büyüklerimize teslim edelim diyor, sonra Uyanık adını verdikleri bu aleti valiye gösteriyorlar, vali Ali’yi Ankara’ya götürüyor ve Uyanık devlet büyüklerine tanıtılıyor. Sonunda alet “uzak mesafeleri dinlemek üzere” geliştirilirken Ali devlet himayesine alınıyor.
2003 yılında ve tam 67.500 adet basılan (ülkede kaç “bağımsız” yazarın kitabı bu baskıyla yayınlanabiliyor acaba?) bu kitaptan okulumuz kütüphanesinde tam 18 adet var, aynı serinin doğrusu açıp okumaya korktuğum bir başka kitabından da 14 adet. Bu kitapları kim okuyup, “çocuklar için uygun” olduğuna karar veriyor anlamak mümkün değil. İçinde çocuk olması, devletin ve o yüce menfaatlerinin bir şekilde hikayede kendisine yer bulması yeterli mi görülmüş, yoksa o karar makamlarına yakın olmak da bir başka ölçü mü? Bu kadar vasat, insani sıcaklıktan, edebiyatın içinde yaşattığı ideallerden bu kadar uzak, milli ve manevi değerler cenderesine sıkıştırılmış bu ve benzeri eserlerle, kendimizi de, o korumak için çırpındığımız değerlerimizi de, bu sığ zihniyetlerin çöplüğünde çürümeye terk ediyoruz haberimiz yok.
Kütüphanemizin raflarında hem yetişkinler hem de çocuklar için artık bir klasik olan Saint Exupery’nin “Küçük Prens”inden bir tane bile bulamadığımı söylesem inanır mısınız? Bu kitabın aşağıdaki cümleler sebebiyle 100 Temel Eser içinden de çıkarıldığını belki duymuşsunuzdur:
"Küçük Prens'in geldiği gezegenin 'Asteroid B-612' olduğu konusunda yabana atılamayacak kanıtlarım var. Bu gezegeni bir zamanlar teleskopla bir kez gören biri olmuş: 1909'da bir Türk gökbilimcisi. Bu konuda hazırladığı raporu Uluslararası Gökbilimciler Kurultayı'na sunmuş. Ama başında fes, ayağında şalvar var diye sözüne kulak asan olmamış. Büyükler böyledir işte. Bereket versin, 'Asteroid B-612'nin onurunu kurtarmak için, bir dediği dedik Türk önderi tutmuş bir yasa koymuş: Herkes bundan böyle Avrupalılar gibi giyenecek, uymayanlar ölüm cezasına çarptırılacak. 1920 yılında aynı gökbilimci bu kez çok şık giysiler içinde Kurultay'a gelmiş. Tabii bütün üyeler görüşüne katılmışlar."
Gökbilimcimizi başında fesi, ayağında şalvarıyla konuştuğu için ciddiye almayan kurulla, Küçük Prens’i yasaklılar listesine alan ya da yukarıdaki kitabın yayınlanmasına karar veren kurul arasında bir fark görebiliyor musunuz?
O çocukları hangi karanlıklar yaratıyor?

gazete yazılarım 5

türkçe'nin doğru dürüst kullanılması bir yana acayip bir aşağılık duygusuyla rezil hallere sokulmasına, kimliksizleştirilmesine öfkemin dile geldiği bir yazı. yıl 2004. gene radikal'deyiz.

Dilim yandı ruhum mustarip
04/04/2004 (247 defa okundu)
TALİP KURŞUN (E-mektup Arşivi)''Have you ever eaten Tonton?" (Hiç Tonton yediniz mi?). Müşterilerinin yüzde 99.9'unu Türkiyeli insanların oluşturduğu bir pide salonu, kendi icadı olan yiyeceğini bu şekilde sunuyor. Bu firma İstiklal Caddesi'nde olsa, turistlere de hitap ediyorlar deriz, çok fazla sinirlenmemek için bahanemiz olur. Ama öyle değil ve ben "Türkçe konuşulan memleketimde İngiliz turist" durumuna sokulmaktan fena halde mustaribim. Beni böyle hasta eden hiçbir firmanın ürününü artık kullanmayacağım! Türkçe, son yıllarda çeşitli nedenlerle epeyce tartışıldı, bu konuda kitaplar yazıldı, toplantılar düzenlendi. Bunların kimisi epey ilgi de çekti. Sözgelimi iki yıl önce Bursa'da Oktay Sinanoğlu'nun katıldığı bir toplantıda, Fethiye Kültür Merkezi, tarihinde hiç o denli kalabalık olmamıştı. Bu ilginin Türkçe derdinden çok "Türk Aynştaynı" Sinanoğlu'nun şahsından kaynaklandığı kadar, onun da bu durumu bildiği, biraz da şoven bir tutumla tarihsel, dilsel "örnekler" vererek bir Türkçe duyarlılığı yaratmaya çalıştığı belliydi. Dil her şeyden önce bir kültür meselesidir. Dil duyarlılığını milli ya da tarihi damarlarla beslemeye çalışmanın yarardan çok zarar getireceğini düşünüyorum. Çünkü etnik milliyetçilik, doğası gereği dışlayıcı, ötekileştiricidir. Dil ise bir iletişim aracıdır; dışlamaz, kabul eder. Dili öncelikle kültürel bir değer olarak ele almalıyız, milliyetimizin tamamlayıcı parçası olarak değil. Okul müfredatlarımızdaki milliyetçi söylemler dilsel değil, etnik bir duyarlılık yaratıyor. O nedenle kendimizle ilgili hiçbir kötü şey duymaya dayanamıyoruz, hele bunu kendilerine benzemeye çalıştığımız yabancılar (nankörler ne olcak!) söylerse. Quentin Tarantino'nun, "Ucuz Roman" filminin başında, Samuel L. Jackson, John Travolta'ya biz Türklerle ilgili olarak şöyle söylüyor; "Herhalde öyle (İngilizler gibi) konuştuklarında kendilerini bir b.k sanıyorlar." Sabah gazetesinin verdiği "Ucuz Roman" DVD'sinde bu replik yok. Duygusal milletiz biz, o yüzden "Dogma büyüme İngilizek" diyecek kadar yakınlaştık sanıyorken, onlara birden "küstüüüük, küstük!" 17-18 yaşlarımdayken bir arkadaşımla ortaklık kurduk. Uzun süre adını düşündük. Şöyle "yabancı" bir havası olmasına çok dikkat ediyorduk. Sonunda adını arkadaşım buldu: PEW. İngilizce sözlükten bakmış; Partnership Electronic Workshop. Baş harflerini aldık ve tam da istediğimiz gibi "yabancı" havası veren bir şirketimiz oldu (sonra battık). Şimdi, o zamanlar neler düşündüğümü daha iyi anlıyorum. Sanırım böyle yapan pek çok insan benzer düşüncelerle hareket ediyor. Artık insanlarımız "bizim" için bir şey yapmıyorlar, resmen "uluslararası" çalışıyorlar! Yerelle vakit kaybedilmiyor, doğrudan evrensel olunuyor! Pazarcılar ürünlerini ya "ihraç fazlası" ya da "ithal" diyerek satıyorlar. Bilinçaltımız, "ya dışarıdan alınan ürünler, ya da dışarıya satılan ürünler kalitelidir" inancıyla dolup taşıyor. Bunun sonucunda da ne kadar az Türkçe kullanırsak o kadar daha kaliteli olacağımız -değil kaliteli görüneceğimiz!- yanılsamasına kapılıyoruz. Görüntü/gösteriş merakı bizi biz yapan unsurlardan birisi oldu çıktı. Daha neler göreceğiz kim bilir! (Bir çakmak tamircisi: Minik, döküntü arabasının üzerine yağlı boyayla "Lihgterman" yazmış, dört yıl önce gördüm.)
Mc'Döners! İşim nedeniyle her gün Bursa'dan İnegöl'e gidiyorum. Yolun sağında solunda onlarca mobilyacı var. Bunlar "Home furniture"dan (ev mobilyası) tutun, "Armchair"a (koltuk) kadar pek çok "thing" (şey) üretiyorlar. Bunları öfkeye kapılmadan yazmak bile zorken, o tabelaları her gün görmenin nasıl bir işkence olduğunu düşünün artık. Sinir bozucu birkaç örnek daha: Bir fırın, üzerinde şöyle yazıyor: "Ekmek Showroom." Bursalılar, birkaç yıl öncesine kadar akıllara durgunluk veren bir Doğu-Batı senteziyle karşı karşıyaydı: Mc'Döners! (Duyduğumuza göre Mc'in asıl sahipleri onları mahkemeye vermiş ve sentezimiz antitezini kaybedince yeniden tez -Bizim Dönerci- haline dönmüş!). Ayrı yazılması gereken "de" bağlacının içler acısı "bitişik"liğine bir girersem, oradan çıkamayacağımdan korkuyorum. Benim için bu "de" bağlacı Türkçe'nin "turnusol kağıdı" oldu; nerede o yok anlıyorum ki orada Türkçe de yok. Tabii son örneği, bir dil âşığı heyecanıyla, dayanamadığım için verdim, bu daha çok bilgisizlikten, duyarsızlıktan kaynaklanıyor, biraz çabayla düzeltilebilir. Ancak "kendi gibi değil" "başkası gibi" olmayı marifet zanneden anlayışların değişmesi o kadar kolay olmayacak gibi geliyor bana. Görünen o ki "zincirlerimizden başka" kaybedecek şeylerimiz de var. En başta kimliğimiz. Biz gene sentezimizi yapalım, gene hem Batılı hem Doğulu olmakla övünelim ama, "kendi kimliğimizi (dilimizi) hor görüp onlar gibi olmaya (konuşmaya) özenmenin" bir sentez değil, düpedüz yozlaşma olduğunu bilelim. Toplumlar da insanlar gibidir, duygularının kendine özgü renkleri, o renklerin kendine özgü ifade biçimleri vardır; onları kaybederlerse kendileri olamazlar. Bursa'da bir özel okul "Türkçe'yi özendirmek" (evet acıklı ama Türkçe özendirilmeye muhtaç bir durumda!) amacıyla kampanya başlatmış; işyerlerine Türkçe isim koyanlara ödül veriyorlar. Davranış değişikliği yaratmada ödülün cezadan daha etkili olduğu biliniyor. Eğitimde buna olumlu pekiştireç deniyor. Tarihi, kültürel, ekonomik kökleri olan sorunların kampanyalarla ve çabucak çözülmesi elbette mümkün değil ancak bu yine de güzel bir adımdır. Bunların yaygınlaşmasını canı gönülden diliyorum. Ayrıca herkesi Türkçe'yi yok sayarak, katlederek "bir şey olmaya" çalışan firmaların ürünlerini satın almamaya çağırıyorum. En büyük maceralar bile küçük bir adımla başlar!