DÜŞÜNCELİ OKUR NASIL GİYİNSİN?
Orhan Pamuk'un edebiyata ve roman sanatına olan bakışını açıklıkla anlattığı kitabı “Saf ve Düşünceli Romancı”yı büyük bir keyif, merak ve heyecanla, kendi kafama göre bir sıralamayla bir çırpıda okudum. Pamuk, Shiller'in bir makalesine de atıfla yazarları “saf” ve “düşünceli” olarak sınıflandırıyor. Saf yazar daha içinden geldiği gibi yazıp, yazdıklarının gerçeğe dokunduğundan eminken, düşünceli yazarın kafası karışıktır, gerçekliği kavrayabilmek adına ha bire yöntem ve tekniklerle uğraşır durur. Pamuk romancıları da “kelimesel” ve “görsel” olarak da ikiye ayırıyor; kendisini ise daha çok “görsel” (kelimelerle resim yapmak) yazarlardan sayıyor.
Kitabın “Müzeler ve Romanlar” dersinin “Farklı Olma Duygusu” başlıklı bölümünde bir Proust okuma hikayesi üzerinden de “saf” ve “düşünceli” iki farklı okur tipini anlatıyor. Buna göre İTÜ'nün kayıt kuyruğunda beklerken Proust okuyan Ayşe -dediği kız- düşünceli okuru temsil ederken, aynı kuyrukta bulunan Zeynep -dediği, topuklu ayakkabılı, aşırı boyalı, pahalı bir markanın zevksiz elbisesini giyen bir başka kız- ise “saf” okuru temsil ediyor. Ayşe Zeynep'in “yüzeysel tavırlarına alaycılıkla gülümsüyor” ancak sonra onun da çantasından Proust cildini çıkarması üzerine “Zeynep görünümlü kızın okuduğu romanı ben artık okumam” diyerek Proust okumayı bırakıyor.
Pamuk'un kendisini hem saf hem düşünceli bir yazar olarak tanımlarken, romancı tutumu bakımından kararsızlık göstermeden “görsel” olarak tanımladığını hatırlayalım. Pamuk görsel bir yazar olarak saf okuru temsil eden kızın resmini “güzelce” çiziyor ancak düşünceli okuru temsil edecek bir resim çizmek yerine onu “yüzeysel tavırlara gülen alaycı biri” diye tasvir ediyor (kelimeleştiriyor).
Resmi çizilen saf kız (Zeynep), büyük romanların okurlarına verdiği o farklılık duygusunu düşünceli kız (Ayşe) kadar hissetmiyor (en azından Ayşe'ye öyle göründüğünü diye ekliyor Pamuk, ki bu eklemeye hiç şaşırmıyoruz). Yani Zeynep o sıralarda çok satan bir romanı herkes okuyor diye almış yanında taşıyor, muhtemelen bitiremeyecek, bitirse bile tam olarak anlamayacak, zira bu çok satan roman herhangi bir çok satan roman değil, düşünceli okurun kendisini özel ve farklı hissetmesini sağlayan edebi bir eser. Zeynep edebi dertlerle kaleme sarılan, büyük hikayelerin arkasında derin bir merkez yaratmaya çalışan yazarların pek de sevdiği türden bir okur değil. Bu okurlar muhtemelen, kitabın o karanlık, belirsiz merkezinin pek farkına varmayan, hani “Orhan Bey siz bunları gerçekten yaşadınız mı?” türünden sorular soran bir okur tipi. Ayşe ise tam aksine her yazarın hayalini kurduğu, adeta onlar anlasın, sevsin ve kendisini özel hissetsin diye hikayelerinin içine incelikler yerleştirdiği, ilginç soruları ve buluşlarıyla yazarlarını şaşırtan okur tipi.
Pamuk'un bu iki okur tipinden düşünceli olanı sevip, ona yakınlık duyduğunu tahmin etmek hiç de zor değil. Peki Pamuk neden yatkın olduğu hüneri (görselleştirme) sadece saf kızda kullanıyor da, düşünceli olanı sadece kelimeselleştirmekle yetiniyor? Düşünceli kız, düşüncelere dalmaktan dolayı kılık kıyafetine dikkat etmediği, cazibeli görünmeyi umursamadığı için, “kötü” bir giyimle “resmetmek” ona yapılacak bir tür hakaret falan sayılabileceğinden mi? Düşünceli kıza düşünceliliği resmeden bir görsellik yaratmak güç olacağı yahut yaratılan görselliğin diğerinin zıddı gibi bir şey (düşünceli kıza yakışmayacak tepkisel ve yapay bir özgünlük) ya da fakirlik edebiyatı olacağı için mi (topuksuz ayakkabılı, az boyalı -ya da boyasız-, pazardan alınmış bir elbise -pahalı ama zevkli bir giyim, kot pantolon, vs-)?
Saf ve kadınsı bir içgüdüyle, cinselliğini ortaya çıkarmaya çalışarak kendini beğendirmeye uğraşan kadın için toplumsal algılarımızda ortak bir resmi çağrıştıran görsellik yaratmakta kullanabileceğimiz çok şey var; aşırı boya, bol sürülen parfüm, yüksek topuklar, dekolte, lüks merakı vs. Bu içgüdüsel -safça- cinsellik içeren kadın tutumu, çağdan çağa aktarıldığı ve her çağda belli bir moda oluşturduğu için, onunla ilgili kafamızda genel bir resmimiz kolayca oluşuyor.
Düşünceli kadın ise çağdan çağa akıp giden o saf içgüdülere, zekasıyla, bilgisiyle, şusuyla busuyla adeta meydan okuyarak (yabancılaşarak), genel bir bir biçimden ziyade modern kişisel bir tutum takınıyor, ya da biz öyle takınacağını düşünerek ona bir genel resim bulmakta güçlük çekiyoruz. Sözgelimi çok okuyan (düşünceli) bir kızı resmedecek gözlüklü tipi, moda dışına çıkan bir kılığı ima etse de oldukça sıradan ve pek de resmetme sayılmayacak bir çiziktirmeden fazlası değil. Pamuk bu örnekte Ayşe'yi düşünceli bir kız olarak görselleştir(e)miyor. Anlıyoruz ki o saf ve moda düşkünü (herkes gibi -herkes gibi ama okuyup yazan herkes gibi, cahil herkes gibi değil- olmaya çalışan) kızı küçümseyip, kendisini ondan ayrı ve özel biri gibi hayal ediyor; böylece Zeynep'i giyiminden dolayı bir yere oturtup yargılayabiliyor. Bellki ki kendisi öyle giyinmiyor; öyle giyinmiyor ama nasıl giyiniyor? Onunla ilgili “doğru imge”yi bulmakta güçlük çekiyoruz.
Düşünceli kız Ayşe bu hikayede görünüşüyle değil, düşünceleriyle yer buluyor; o toplum (cemaat) dışı bir varlık, onların içinde, onların gelenekten kurtulamayan, gelenekten kurtulduğunda da sonradan görme sığlıklarına alaycılıkla katlanarak yaşıyor. Onu gizli öfkesi (pahalı “zevksiz” elbiseli kız!), modern gururu ve belki de çok az kişinin anladığı tepkisiyle tanıyoruz. Daha doğrusu onu farketmemiz için sahneye çıkması yeterli değil, o ancak “eyleme geçtiğinde” fark ediliyor; “Zeynep görünümlü kızın okuduğu romanı ben okumam” demese onu hiç “görmeyeceğiz”. Bu görünürlük ise içten içe akan bir bilincin görünürlüğü.
Pamuk'un hem düşünceli hem saf bir romancı olmasını bu bağlamda ele alabilir miyiz acaba? Düşünceli -modern- bir yazarın geleneksel -saf- bir topluma bakışı. Hem ait olduğu ve doya doya görselleştirdiği toplumun bir parçası, hem de düşünceleriyle onun dışında. Onu bu saf toplumun (fikirlerinin, inanışlarının, roman anlayışının vs.) dışına çıkartan düşüncelerin kendi kelimeleri kendi sesleri var ama bu saflığı o düşüncelerle görselleştirmek kimsenin yapmadığı bir şey. Öte yandan daha da önemlisi -diye seziyorum ki- düşünceleriyle ayrı düştüğü topluma, onu resmederek–düşünceleriyle değil saflığıyla var ederek- geri dönmeye çalışıyor. Ben geleneksel dünyadan modern aleme roman okuya okuya geçtim diyor Pamuk, belki de modern alemden geleneksel dünyaya da roman yaza yaza geçmek istiyor. Yirmi üç yaşındayken bilmediği bir nedenle boyaları bırakıp kelimelerle resim yapmaya başlayan Pamuk acaba, daha çok resim (kelimelerle yaratılan binlerce on binlerce an) yapabilip, daha büyük ve daha zengin bir alem kurarak, kendi saf hayalinin resimlerini görmekten memnun toplum tarafından daha çok sevileceğini ve oraya daha kolay geri dönebileceğini mi düşündü?
Pamuk bu dersin sonunda, “kendi dertlerine gömülmüş, hatta bu berbat dertleri kimliğinin bir parçası haline getirip seven insanlar arasında yalnızca kendi mutluluğu için roman yazmanın zorluğundan” bahsediyor ve Batılı -özellikle Amerikalı- yazarların birilerini temsil etme yükünden kendini azat etmiş, sırf kendi mutlulukları için yazma rahatlıklarına imreniyor. Adeta biraz da halkını mutlu etmek için yazdığını ima ediyor. Tabii onun sadece halkı için kaleme sarılan biri olduğunu söylemek yanlış olur; esasında berbat dertleri olsa da, bu dertlerini sevmek gibi modern dünya -Batı- alışkanlıklarının dışında -Doğuya özgü!- safca -ve zorlu ve soylu- bir güzellikle hayatını geçiren insanlara “gerçeği yazmakla sevilme isteği” arasında kaldığını ifade ediyor (bu düşünce bu kitapta yok, bunu onun romanlarından aldığım inançla yazıyorum). Gerçeği yazmak isteyen Pamuk onu Batının gözüyle gördüğünün, dolayısıyla bulunduğu Doğuda o gerçeğin, gerçek olmayabileceğinin, belki de iyi ki olmadığının -derinde, o merkezdeki bir yerlerde- bilincinde. Onun gerçeği “acaba böylesi daha mı iyidir” ile “böyle olmaması lazım” fikri arasında salınıp duruyor; ama bunu da doğrudan söylemiyor. Bu doğrudan söyle(ye)memek de az buçuk kendi mutluluğu -hüzün barındıran mutluluğu- için yazmak anlamına gelebilecek bir üslup ortaya çıkarıyor.
Bu dersi okuduktan sonra kafamda evirip çevirdiğim ve cevap bulmaya çalıştığım sorulardan bazıları:
Sırf kendi mutluluğunu düşünen bir Amerikalı ya da temsil yükleri altında ezilen bir Türk, düşünceli kızı, herkesin o kızın düşünceli kız olduğunu anlamasını sağlayacak giysiyle nasıl hayal ederlerdi? Böyle bir resmin -ortak imgenin- varolmasını isterler miydi? Eğer bu olay gerçekten olmuşsa, bir Amerikan üniversitesindeki düşünceli kız -Sylvia diyelim biz ona- Proust'u moda olduğu için yanında taşıyan saf kızı -Britney diyelim biz ona- görünce bu kadar gururlu bir tepki verir miydi?
Talip Kurşun